Ana Sayfa / Öğrenci Günlüğü
![]() |
Yıl 2005. Daha arkeoloji 1. sınıftım ve yarıyıl tatili gelmiş çatmıştı. Herkes evlerine gidecek ve kısa sürede olsa tatil yapacaktı, kışta olsa.Son ders Celal Hoca geldi ve isteyenin hafta sonu Laodikeia'ya bir günlüğüne gelebileceğine söyledi. Tabi herkes eve dönüş biletini almıştı.İçimden allahtan almamışım diye geçirdim ve Arzu, Duygu, Gözde'yle konuşunca onlarında benimle aynı kanıda olduğunu anladım. Ertesi gün Laodikeia'ya gidecektik. Herkes memleketine tabi! Yurda dönüp ertesi sabah ne olacağını heyecanla düşünmeye başladık. Akşam oluyor hava kararıyor, bavulunu kapan yurttan adeta kaçıyordu. Koca yurtta sadece 4 kız kalmıştık. Koridorda sesimiz yankılanıyor, kapanan kaloriferler sayesinde biyerlerim donuyordu. Ama hiç hiçbir şey içimizdeki heyecanı söndüremezdi. Ve o heyecanı düşününki ertesi sabah arzuyu uyandırmayı unutup kapının önüne atmışız kendimizi. Tabi sonra aklımıza(?) geldi Allahtan ve sonunda Laodikeia'daydık ve Celal hoca inanılmaz bir keyif ve heyecanla Gözde, Arzu, Duygu, Ümit, Selçuk ve bana Laodike ve onun büyülü kentini anlattıktan sonra bizi suyoluna götürdü. Fotoğraf çekimi için temizlik, fırçalama ve azıcıkta olsa malayla kazma imkânımız oldu. Yağmur damlaları düşüyor, anlamdım ki ben başka bir iş yapamam, çünkü bu keyfi başka hiçbir şeyde bulamam. Sürekli içimde tarifsiz bir heyecan, hızlı kalp atışlarım, soğukta titreyen ellerim ve donan dudaklarım. Acaba şimdi ne çıkacak diye insanın içini yiyen kemiren bir merak! Hani anlatılmaz yaşanır derler ya, arkeolojide öyle bir şey herhalde. Kışın o soğuğunda hangi deli eline fırça alıp büyük bir keyifle süpürür o tozları? ( Tabi Arzu, Duygu ve Selçuk mutfakta güzel kahvaltımızı hazırlarken :) Ve aradan aylar geçti, sonunda yaz tatili yaklaşıyordu. Herkes tatilde nereye gideceğini, alacağı bikinilerin ve vereceği kiloların hesabını yaparken, ben yazın kazıya nasıl gidebilirim diye kafayı yiyordum. Ve kazı listesi sonunda açıklandı ve o listede adımın olması nasıl mutluluktu. Sanırım bunu da anlatamam Artık bende Laodikeialı'ydım. Beni aralarına almışlardı ve biz artık tabiri caizse büyük bir aileydik, sırdaştık. Ve yeni sevgilimde LAODIKEIA'YDI. Kazı gününün gelmesini iple çekiyordum, heyecan gün geçtikçe artıyordu ve sonunda gün geldi. Yorucu ama bir o kadarda can alıcı kazı başlamıştı. (tabi ot yolma ve kazı evi temizleme hariç) Tiyatroya almışlardı beni, basamakları korkutucu ama bir o kadarda mükemmel ve büyüleyici o devasal yere.. Tiyatrodan aşağıya inmek sırat köprüsünü geçmek kadar zordu, tabi orada güneşin altında çalışmakta! Ama tiyatro cennet kadar güzeldi işte. Hemen diğer öğrenciler ve işçilerle beraber işe giriştik. Her basamağı çıkınca fırçalıyorduk ( 2 dk sonra toprak dolsa da BIKMADIK, YILMADIK) ve aradan 3/4 gün geçti, bir sabah Bahadır Hoca gözüktü yukarıdan. Bu gelişin beni hayallerimdeki yere götürebileceğini tahmin edemedim doğal olarak ama ismimi söyleyip nekropole gidiyorsunuz deyince ,işte budur olay dedim. Yarım saat sonra ölülerin diyarındaydık. Yüzyıllar önce gözyaşlarıyla yıkanmış ölülerin şehrinde, onları gün ışığına kavuşturacak olan bir avuç öğrencinin kahkahaları kazma vuruşları ve el arabasının gıcırtısı vardı. Gözde, Özge, Selma, Hüseyin, Cem, Gökhan, Kürşat, Müge... Artık korkusuz işçileriydik nekropolün. İşçi diyorum;
çünkü kazma, kürek, el arabası, elek ve malayla kendimiz çalıştık, korkusuz diyorum, çünkü herkes onları rahatsız edin onlarda sizi edecek diyordu. Deliler gibi yorgunluğumuza ve gece yattığımız yeri bilmememize rağmen her gün işe mutlulukla başlıyorduk. Tabi itiraf edeyim molayı da 4 gözle bekliyorduk :) En komik kısmı ise ne zaman 15–20 dk. mola versek Celal hocamızın arabasının gözükmesi ve bizi hep yatan nekropol ekibi olarak tanımasıydı. Ve "burada çalışan birileri var ama sadece karıncalar" demeseydi.:)) Günler birbirini kovalıyor, her hafta yeni mezarlar açıyorduk. Mola işlerini de ilerletmiştik. Artık bizim bir nekrocafe'miz vardı. Herhalde burası çalışıp tüm yorgunluğumuzu kısa sürede geçiren tek evdi. (Tabi ev sahibinin büyük yardımları sonucunda açıldı bu cafe ) Buzdolabı, masa, çekyat, semaver, odun çay bardakları, kaşıklar, acur, kolalar,
karpuzlar.... .... ....Doğrusu çok çalıştık bir o kadarda beslediler bizi. Bu kazıda öğrendiğim şeyler arkeoloji ile sınırlı değildi sadece. Bazılarınız belki gülebilir ama acuru hayatımda ilk kez gördüm ve çek severek yedim.
Bize o kadar güzel imkânlar sunuldu ki ve en önemlisi o kadar özel arkadaşlarım oldu ki burada. Gözde, Özge, Kürşat, Ümit, Fatma, Hüseyin, Selma , Arzu, Cem, Müge ... Herkes o kadar ayrı dünyaların ama bir o kadar da aynı dünyanın kaderini paylaşan nekropolün insanları arkadaşlarım... Celal Hoca, Mustafa Hoca, Mehmet Hoca, Bahadır Hoca bize sürekli bir şeyler öğreten fedakâr hocalar... Arkadaşlarımla necrocafemizde hep sohbetler, kahkahalar, Ara sırada dua seansları yaşadık.
Aramızdan biri gitmesin farklı birini yollamasınlar diye dua ettik. (Gerçi bu yazdıklarımdan sonra korkuyorum gelirler kesin diye ama silsem mi bu kısmı :) Neyse her şey mükemmeldi taki annem telefon açıp eve çağırana kadar. 1.5 aydır kazıdaydım son güne gelmiştim, bırakıp gitmeyi istemiyordum, onlarda gitmemi tabi. Bu arada Mehmet Hoca, kazının en sevimli arkadaş canlısı asistanı! Arkadaşlarımız ve bizim için kestiğiniz ( rüşvet ) (!) o güzel ve anlamlı pasta için çok teşekkür ederim. Ben browni ile de çok mutlu olmuştum ama :) pasta fena olmadı! Mutluluktan ağlamaktan beter oldum gözyaşlarım boğazıma dizildi ama güldüm hep size beni bu kadar seven bir ekibi bırakıp gitmek çok zor oldu. Ama bir ay sonra döndüm işte, söz verdiğim gibi. Kazı bitecek 2,5 hafta kaldı sen niye geldin diyenlere inat geldim. Bende bilirdim evde oturmayı, denize girmeyi gezmeyi... Ama bunun hesabını kimseye vermek zorunda değildim zaten. Bir gün bile kalsaydı kazı bitmesine yine gelirdim. Laodikeia'ya ayak basmanın o toprağı yutmanın heyecanı ve tatlı yorgunluğu hiçbir şeyde yok ki... ve yorgunluktan bunalan buna inat o keyifle mutlulukla gülen insanlarla çalışmak. Ve geri gelmiştim. Beni hemen caddeye attılar hem de ara caddeye duydum ki Ümit'le, Hüseyin nekropolde hala, Mehmet Hocanın yanında aldım soluğu tabi izin vermedi. Oraya geçmeme, Bahadır Hocaya gittim o hiç izin vermedi. Son çare Celal Hocamdı ve o an beni en iyi anlayan o oldu ve mezara geçtim. Ve düşümü geri kazandım. Bir maraton daha başladı benim için. Kazmalı, kürekli, malalı, elekli günler ve pasaklı günler birbirini kovaladı. Ve o korkunç gün geldi.
Sanki anlamıştı Laodike kazının sonunun geldiğini ve çatarak kaşlarını çakarak şimşeklerini üzerimize ağlıyordu delicesine. Kapattı bizi kazı evine ve muhteşem manzarasını verdi kente. Tıpkı bizi pişman etmek istercesine...
Bizi hep düşündüğünüz ve ailenizden biri olarak görüp, bize babalık yaptığınız için, nekropolde bizleri unutmayıp, bize ayran ve kola getirdiğiniz için, bize kazı imkânını yaşatıp, bilgilerinizle aydınlattığınız için teşekkürler Celal Hocam.Bizi hep arkadaşınız gibi gördüğünüz, bizimle gülüp, bizimle ağladığınız için, bize hep destek olduğunuz ve ayrıca Galatasaraylı olup, Arzu'yu biraz geri püskürttüğünüz için teşekkürler Mehmet HOCAM. Hep bizim yanımızda olan, bizi de kendi gibi kabul eden, ara sıra kızan, ama bizi hep seven, zor zamanımızda hep bizi bakkala yetiştiren Bahadır Hocam teşekkürler. Bize hep kızan, çok az gülerken gördüğümüz (ama eminim bizi sevdiğine) mutfağın kraliçesi AYŞEM HOCAM teşekkürler (ne kadar kızsanız da bir bildiğiniz vardır). Bana arada mutfakta yardım eden, hep gülen, sevimli ERİM HOCAMA, bana kimliğini vermeyip bana güvenmeyen ama hep bana yardım eden, benimle Nöbetçilik yapan SEDAT HOCAMA, bize bıkmadan her şeyi anlatan hamamın dert ortağı MUSTAFA HOCAMA, bizi yakalayıp bilgilendiren ALİ HOCAMA ve canım Gözdem, Arzum, Duygum, Mervem, Selmam ve sayamadığım tüm arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler.Her ne kadar Arkeolojiyi sevmem, kazıda büyük bir heyecan duymama rağmen eminim siz olmadan bu kazı çekilmezdi. Sizin hoş sohbetleriniz olmasa zaman geçmezdi. Buradan herkese sonsuz teşekkürler!...
KIRMIZI SAÇLI KIZ-BİLGE YILMAZ
(Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü öğrencisi)
Yazın başlangıcı..... Bir ses çağırıyordu beni ve uyandığımda planları bir kenara attım. Daha erken gitmeliydim. Sirkeci'den alınan bilet, vapurla son vedalaşma, şehrime son bakış ve Haydarpaşa'dan kalkan ekspress. Üstümde bir sürü çanta .... İçinde kitaplarım, giysilerim ve umutlarım. Arabayla vardım şehre. Beklemediğim bir sıcaklıkla sarıldı bana sanki çok önceden tanıyormuşuz gibi. Şehir gibi burada yaşayan arkeologlarda. Yitirdiğim duygular çıktı bir bir ortaya. Dostluk şarabın en güzelini tattım Lykos vadisinin bağlarından Üzüldüğüm kalbimin acıdığı ve bazen kuş gibi uçtuğu günlerde tattım bu şehirde. Hangi insan 5'te kalktığı işe yolda arkadaşlarıyla top oynayarak gider.? Ya hangi insan günlerin 24 saatten fazla olmasını diler. Her günümüz eğlenceli, her saatimiz değerliydi ve değişilmezdi hiç bir şeye.Günün güzelliği geceye yansıyordu. Yıldızların altında uyumak.... .... ... Kendi yıldızını görmek ve yıldızlar kayarken dilek tutmak. Geceleri hiç üşümedim. Ama artık üşümeler başladı... .... ... Şehrin bana verdiklerini inkar edemem. Bana birbirinden değerli güzellikleri tattırdı. İstanbul bir eski sevgili gibi silindi gözlerimden. Ama dönme vakti gelince, ayrılma zamanı sevgilimden gözlerim nemlendi. Üç bıçak saplandı yüreğime. Gene ayaktayım ve dilimde bir şarkı: "Mimarlar ağlamaz / sil gözyaşını..".
HOŞÇA KAL PERİ,
HOŞÇAKALIN DOSTLARIM VE HOŞÇAKAL ŞEHRİM
Emre SULAOĞLU, Mimar adayı (Bahçeşehir Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi)